20 Ekim 2013 Pazar

BAYRAMIN ÇAĞRIŞTIRDIKLARI

Bayramlar çocukluğumuzun bayramları tadında değil şimdilerde... Herkes biryerlere kaçma derdinde... Oysa  çocukluğumdan hatırladığım bayramlarda ev gezmeleri birinci sırayı alırdı her zaman... Büyüklerin telaşının yanısıra biz küçükler de bu özel günlerde bir başka heyecan yaşardık... En güzel elbiseler, rugan pabuçlar giyilir, erkeklerin saçları inek yalamış vaziyetteyken kızlarda ise bazen bir kurdela bazen bir taç olurdu... Cici çocuklar olurduk hepimiz ama nedense kılık kiyafetten çok alacağımız harçlık ve hediyeler ilgilendirirdi bizleri! Ziyaretlerde hiçbir ikramı da geri çevirmediğimiz ve fazladan ceplerimizi de yedeklediğimiz için de çoğu zaman mide fesatına uğrar, anne babamızdan bir sepet dolusu azar işitirdik... Bazı bayramlarda ise İstanbul'daki aile büyüklerini ziyaret etmek amacıyla İzmir'den arabalarla yola çıkılırdı. Anneanne, dede, anne, baba,  çoluk çocuk... Genelde iki araba... O yıllarda yol güzergahında yemek yenilecek o kadar az mekan vardı ki bu yüzden genellikle bir gün önceden yolluklar hazırlanırdı... Peynirli ve salamlı sandöviçler, kuru köfteler, haşlanmış yumurtalar, domates ve salatalık en vazgeçilmezlerimizdi... Ağaçlık ve hoş manzaralı bir yerde öğle yemeği molası verilir, diğer ihtiyaçlar da bu arada giderilirdi:) Rahmetli dedem boğazına düşkün bir zat-ı muhterem olduğu için bazı yolculuklarda ise hedefimiz Bursa'daki meşhur İskender Kebapçısı olurdu... Yolun ikinci yarısı bir türlü bitmek bilmez, hafif hafif uyuklama ile geçerdi... Büyüklerin arabadaki konuşmaları ise genelde ninni kıvamında olur, pek bir hoşumuza giderdi...Yalova'daki araba vapuruna yetişme faslı ise ayrı bir hikaye idi... Vapur saatleri kısıtlı sayıda olduğu için neredeyse tüm gün süren İzmir-İstanbul yolculuğunun en adrenalin yoğun bölümünü hep birlikte yaşardık...Yetiştik...Yetişemedik... derken bir de bakmışız iskeleye varmışız... Ama o da ne!... Kamyonlar, arabalar, insanlar... Bitmek bilmeyen bir kuyruk... Bir koşuşturmacadır gidiyor... Büyükler bilet almaya gidince biz küçükler de arabada oyun oymaya dalar, zamanın nasıl geçtiğini anlamazdık...Vapura biniş anında ise yine hafif yollu bir heyecan yaşanırdı... Araba vapurunda yaramazlık yapacak durumda olmadığımız için genellikle büyüklerimizin yanında oturur, canımız fena halde sıkılırdı. Güzel havalarda ise dışarda oturur, masmavi gökyüzünde süzülen martılarla denizi seyre dalardık...Ve sonunda işte kara göründü! Kartal... Kartal demek İstanbul demek değil o zamanlarda... Kartal'dan sonra daha gidilecek bayağı bir yolumuz vardı... Gecenin ilerleyen saatlerinde ise yorgun ama heyecanlı bir şekilde maksadımıza hasıl olurduk... İSTANBUL!

************************************************************************
Bu yazıma başlarken bayrama dair bir iki kelam ettikten sonra güya bir de bayram tatlısı tarifi verecektim...Heyhat:) Bir sonraki yazımda söz...Aile tarifim Portakallı Revani olacak...
Görüşene dek...Kalın sağlıcakla...Geçmiş bayramınızı da kutlarım bu arada...

24 Mayıs 2013 Cuma

MAZERETİM VAR!

Tam tamına iki aylık bir aradan sonra yine yeniden yazmaya başladım, şükürler olsun:) Özlemişim!
-Hocam dün gece elektrikler kesildi, çalışamadım!
-Annem babam zorla misafirliğe götürdü hocam, çok geç geldik eve çalışamadım!
-Kitaplarım okulda kalmış hocam!
-Zehirlendim hocam!
-Kardeşim hastalandı, hastaneye götürdük dün gece!
-Ateşim çıktı, havale geçirdim hocam! İnanmazsanız anneme sorun!
-Mahallede yangın çıktı, evi boşalttık hocam!
Bu mazeretler tanıdık gelmiştir eminim! Okul hayatımız boyunca hazırlıksız yakalandığımızda uydurduğumuz bu ve buna benzer onlarca mazereti unutmak ne mümkün...
Neden bunları yazdım tahmin etmişsinizdir az buçuk...Çünkü benim de yazamama sebeplerim var:)
-Alaçatı'da dükkanın yeni sezon hazırlıkları tam gaz devam ediyor...
-Sonunda ben de instagram'ı keşfettim...
-Havalar şahane...Tam da gezme ve bol bol fotoğraf çekme zamanı...
-AOF sınavlarım vardı...
-Nisan/Mayıs aylarında hem kendi hem de çok sevdiğim beş ayrı arkadaşımın doğumgünlerini kutladık...
-Eski evde tadilat...Yeni eve taşınma telaşı...
-Yaz sonu düğünümüz var...Biricik kızımız evleniyor!

Durun durun daha bitmedi, en güzelini en sona sakladım:
-Ayağım kırıldı! Evet, evet yanlış duymadınız! Bu bir mazeret değil, gerçeğin ta kendisi:) Bütün bu koşuşturmacalar azmış gibi bir de beni tam bir buçuk ay engelleyen minik bir kırığım oldu. Adı her ne kadar futbolcu kırığı olsa da maç sırasında kırılmadı bu ayak...Alaçatı'da dükkanımın önündeki  basamaktan düşülüp tarihe geçildi Hacımemiş Mahallesinde! Ayağımda aircast denilen robocopvari ayakkabı ve koltuk değnekleri ile uzunca bir süre evde mahsur kaldım... Bir ara ağrılarım geçti sanıp acilen herşeyi atıverdim ama maalesef evdeki hesap çarşıya uymayınca yeniden eski durumuma dönmek zorunda kaldım...

En trendy ayakkabım
Tüm klasikler keyifle izlendi
Sanmayın ki o oturduğum yüksek basamaktan düştüm! Bir altındaki 10cm.lik basamak yetti de arttı bile:)

Artık iyiyim...Henüz koşamasam da seke seke yürüyebiliyorum...''Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi'' buyurmuş Kanuni Sultan Süleyman Hazretleri...Doğruya doğru...

Sağlık, sıhhat ve afiyet dolu günler dilerim herkese...Aman siz siz olun acele etmeyin, yavaş yavaş yürüyün, kendinize dikkat edin :)

Sevgi ile her daim...





25 Mart 2013 Pazartesi

BAHAR ÇİÇEKLERİ

Yeni sezon hazırlıkları, çiçek dikimleri, boya badana işleri derken uzun zamandır yazamadığımın farkındayım...Affola!
Bu arada cemreleri de düşürdük düşürmesine ama hava hala yanar dönerli bir şekilde seyretmekte inat ediyor. ''Yaşasın hava günlük güneşlik!'' derken bir de bakıyoruz ertesi gün gökyüzünü kapkara bulutlar kaplayıvermiş...Neyse, biliyoruz ki sıcacık günler çok yakında:)
Köyümüz de yavaş yavaş sezona merhaba demeye hazırlanıyor. Tatlı bir telaş var etrafta...Evlerin, dükkanların, lokantaların önleri çiçek bahçesi misali rengarenk görsel bir şölen sunuyor gelenlere...Yukarı mahalleye gelenlerin yoğunluğunun artmaya başladığını görüp mutlu oluyoruz....Bu demektir ki bizim mahalle de yakında hareketlenmeye başlayacaktır:) Hacımemiş mahallesinin Alaçatı'nın en eski yerleşim bölgesi olduğunu hala bilmeyenlerin olduğunu görüyor, üzülüyorum...Bu yüzden bir sonraki yazımda Hacımemiş'i detaylı bir şekilde anlatmayı düşünüyorum. Mahallemizin güzel insanlarını... tarihi evlerini... kahvelerini... bakkallarını... dostluk ve komşuluk ilişkilerini...
Hacımemiş'ten çiçekli görüntüler ile herkese iyi haftalar diliyorum...

Be-Dest

Be-Dest
PaSTa-PaSTa


Dutlu Kahve


20 Şubat 2013 Çarşamba

DÜŞTÜ DÜŞTÜ!

Yağmuru bol soğuk bir kışın ardından bahara kavuşacağımız günlerin kapısı bugün itibariyle aralandı...İlk cemre havaya düştü...Eskilerin tabiri ile havaya ''kor'' yani ateş düştü... Hayırlı, uğurlu, huzurlu, bol güneşli, bereketli, sevgi dolu bir bahar diliyorum herkese...
Havaya cemre düşer de evde durulur mu hiç? Durulmaz tabii ki! Ben de bugün bu muhteşem doğa olayını kendimce kutlayayım dedim ve fotoğraf makinemi kaptığım gibi yollara düştüm...Bu seferki güzergahım Çeşme-Çiftlikköy-Pırlanta Plajı-Altınkum tarafları idi...Fotoğraflar da oralardan...
İyi baharlar!

Altın renkli kumlara not düşmeden duramadım yine:)



Deniz taşlarından yapılmış bu yürüme yoluna bayıldım...Pırlanta plajı taraflarında yazlık bir sitenin içinde idi...



Altınkum Okan'ın yeri, nam-ı diğer Okan's Place



Ne gelen var ne giden...



İşte karşıda Sakız adası



Gönül isterdi ki bu kayalıklardan denize kadar uzanıvereyim...Bir başka bahara inşallah...


Çiftlikköy'de sahilde güneşin tadını çıkartan kaz arkadaşlar pek mutlu idiler...


 Bu da sakız ağacının akrabası olan menengiç bitkisi... O yörede heryerdeler...



8 Şubat 2013 Cuma

ŞİMDİ DE BİR DEĞİŞİM ÖYKÜSÜ

İşimin en sevdiğim detaylarından biri de elimdeki eskileri yenileyip tekrar hayata döndürmek...Özellikle ahşap eşyalarda alınan sonuçlar muhteşem! Bir ustaya verip boyatmak işin en kolay tarafı, ama ben daha keyifli yolu seçip kendim boyayıp eskitiyorum, üstelik bunu çok uzun zamandan beri iş olarak da yapıyorum. Aldığım güzel yorumlar sayesinde doğru yolda olduğumu görüp mutlu oluyorum...
Renk renk boya kalemleri, boyama kitapları, keçeli kalemler, renkli kartonlar, elişi kağıtları arasında geçen çocukluğumdan sonra 80'li yıllarda İzmir Resim Heykel Müzesinin Yıldız Şima hocalığındaki seramik atölyesi ile rahmetli Şeref Bigalı hocamın resim atölyesinde hem dostluk adına hem de öğrenme adına çok güzel saatler geçirdim. Özellikle karakalem çalışmayı çok ama çok sevdim. Fırsat buldukça halen de aynı aşkla devam ediyorum...
Son olarak yenilediğim sehpaların değişim serüvenini gelin birlikte izleyelim...
Elimdeki iyi durumda 60'lı yıllara ait iki adet üstü olmayan sehpayı yenilemeye karar verdiğimde aklımdaki konsept çoktan yerine oturmuştu bile! Gri tonlarında boya ile ona uygun vintage bir kumaş = Shabby Chic dediğimiz biraz eski, biraz şık, biraz da ingiliz kırsalı karışımı bir oluşum...



İlk önce üzerindeki cilayı çıkartmak için ince zımpara ile elle zımparaladım. Eğer üzerinde cila, vernik benzeri katlar olursa boyama işlemi maalesef başarılı olmuyor. Sonra nemli bezle güzelce tozunu aldım.





Sıra boyama işine geldi. Genellikle su bazlı kaliteli boya kullanıyorum. Bu çalışmada kullandığım Jotun'un su bazlı boyası...Piyasadaki diğer ürünlere göre biraz daha pahallı olmasına rağmen renk seçenekleri ve kapatma özellikleri açısından mükemmel...Arzu ederseniz beyaz boya alıp istediğiniz rengi kendiniz de hazırlayabilirsiniz...





İki kat boyayıp, her kat arasında kurumasını bekledim. Su bazlı boya ve açık hava faktörleri nedeniyle yarım saat kadar bir sürede kurumuştu bile...




İyice kuruduklarını kontrol ettikten sonra ince zımpara ile eskitme yapmak istediğim yerleri (ki özellikle desenleri, köşeleri ve ayakları seçtim) hafifçe zımparaladım, tekrar tozunu aldım. Son işlem olarak da fırça ile bir kat su bazlı yarı mat cila sürdüm.




Daha önceden aldığım vintage desenli romantik kumaşımı alıp doğruca Alaçatı Küçük Sanayideki Döşemeci Hüseyin Usta'ya gidip sehpalarımı gönül rahatlığı ile teslim ettim. 

Veeee işte sonuç! Umarım beğenirsiniz, ben çok sevdim:)







19 Ocak 2013 Cumartesi

BİR ZİNGİBER HİKAYESİ


Zingiber...Bildiğimiz adı ile zencefil... Tam latince adı ise Zingiber officinale... Anayurdu güneydoğu Asya olup Çin, Malezya ve Hindistan'da yoğun olarak yetiştirilmekte ve kullanılmaktadır. İçerdiği mineral ve vitaminler sayesinde şifa verici bir özelliği vardır. Kalsiyum, fosfor, demir, B ve C yönünden zengindir.
 Nelere iyi geliyor ?
-Mide ve bağırsak hastalıkları
-Solunum yolu rahatsızlıkları
-Romatizmal hastalıklar
-Yüksek tansiyona bağlı hastalıklar
-Bağışıklık sistemi hastalıkları
Nasıl ve nerelerde kullanılır?
Toz, kuru ya da taze olarak aktarlardan satın alabileceğiniz gibi son yıllarda pazarlarda ve büyük marketlerde de tazelerine sıkça rastlamaktayız.
En yaygın kullanım şekli çay olaraktır. Size iki ayrı zencefil çayı tarifi vereyim. Soğuk algınlığı ve öksürüğe birebir!
Zencefil çayı 1 : Yarım tatlı kaşığı rendelenmiş taze zencefili bir bardak soğuk suya ekliyoruz. Yaklaşık 5 dakika kadar hafif ısıda kaynatıp süzüyoruz. Soğumadan sıcak sıcak içiyoruz. Arzu edenler bal ve limonla tatlandırabilirler. 
Zencefil çayı 2 : (4 kişilik) Kaynamış bir litre suya 1-2 kök kuru zencefil veya büyükçe bir parça taze zencefil, birkaç karanfil, küçük bir tarçın çubuğu, 4 kakule tanesi ile 1-2 yaprak taze nane koyuyoruz. Çaydanlığı ateşten alıp 10-15 dakika kapağı kapalı ve üzeri bir bezle örtülü şekilde demlendiriyoruz. Sonra 2 yemek kaşığı siyah çay veya 1 tatlı kaşığı yeşil çay eklenip 5 dakika daha dinlendiriyoruz. Güzelce süzüp bal veya esmer şeker ile tatlandırıyoruz. Bal ilave edeceksek çayın biraz ılınmasını bekliyoruz... Azı yarar, çoğu zarar diyerek günde 2 bardaktan fazlasını içmemeye dikkat ediyoruz...
Toz veya rende taze zencefili yemeklerimizde kullanabiliriz, özellikle et ve tavuk yemekleri ile çorbalara; pasta, kek ve kurabiyelere egzotik bir lezzet katıyor.
Reçel ve marmelatını yapabileceğiniz gibi sadece tatlandırıcı olarak da kullanabilirsiniz.
Zencefil yağı lokal olarak kullanıldığı zaman romatizma, eklem ve adele ağrılarında da rahatlatıcı bir etki yapıyor.

Eh, bu kadar faydadan bahsedip bir tarif vermemek olmaz, değil mi? Bu tarif sık yaptığım bir kek...Hollanda'dan... Malzemesi az, yapımı kolay, yemesi ise tek kelime ile harika:) Şiddetle tavsiye ediyorum.

ZENCEFİLLİ KEK
125gr tereyağ, yumuşatılmış
200gr şeker
3 yumurta
1 çay kaşığı tarçın
1/2 çay kaşığı toz karanfil
1 1/2 çay kaşığı toz zencefil
250gr un
2 tatlı kaşığı kabartma tozu
1/8lt krema
Fırın kabınızın ölçüsüne göre bisküvi tozu

-İlk önce fırınımızı 200 C derece ısıtıyoruz.
-Yumuşatılmış tereyağına azar azar şeker, tek tek yumurtayı çırparak ilave ediyoruz.
-Krema, tarçın, toz karanfil, toz zencefil, un ve kabartma tozunu da ekleyip tahta kaşıkla karışıma yediriyoruz.
-22cm.lik yağlanmış, unlanmış ve tabanına bisküvi tozu serpilmiş kalıbımıza döküyoruz. Tercihinize göre kare veya dikdörtgen kalıp da kullanabilirsiniz.
-Yaklaşık pişme süresi 35-40 dakikadır.
Yumuşak, pufidik bir kek olup yanında vanilyalı dondurma veya krema ile servis edebilir, üzerine pudra şekeri serpebilirsiniz...
Afiyet olsun....


En sevdiğim defter açılıyor, Snoopy ve Woodstock'a bir selam çakılıp işe koyulunuyor...

Malzemeler buluşmaya hazır...

Önce şekerimizi ölçüyoruz...

Sonra sırasıyla tereyağ, yumurtalar ve kuru malzemeler karışıyor...

Artık fırına hazırız...

Oldu da piştik maşallah!

Çay saatine yetiştik...

Mmmmmmmm....Afiyet olsun



















2 Ocak 2013 Çarşamba

YENİ YILLA BİRLİKTE DENİZ SEZONU AÇILMIŞTIR

2 Ocak 2013...
Günün ilk saatlerinden itibaren kafamda sadece haftasonunda gireceğim AOF güz dönemi ara sınavlarım vardı. Hala çalışamadığım bir yığın konu beni bekliyordu... Oysa hava şahane, 15.5 derece, yaprak kımıldamıyor, zaman zaman bulutların arasından güneş bile yüzünü gösteriyor. Gel de bu şurup gibi havada, hem de Alaçatı gibi yerde çalış çalışabilirsen! Evde tıkılıp kalacağıma şöyle sakin bir deniz kenarına uzanayım dedim...Temiz hava beyin hücrelerimi canlandırırken oturup güzel güzel ders bile çalışabilirdim.
Hiç tereddüt etmeden nereye gideceğime çoktan karar vermiştim...Yazları deniz için gittiğim güney sahili... En sevdiğim yer...Yüzümde mutlu bir tebessüm... Çantamda ufak tefek atıştırmalıklarım, suyum, Türk Dili kitabım ve de ne olur olmaz belki ayaklarımı denize sokarım diye parmak arası terliklerim... Eeee terlikleri alınca mayo ve havlu da alayım bari dedim ve yola koyuldum... Tabii ki aslolan ders çalışmak, gerisi bahane :)
Topu topu 6 dakika sonra gideceğim yere ulaşmıştım bile... Yılbaşı kabalığından sonra Alaçatı yine herzamaki sakinliğine dönmüştü... Yollar bomboştu... Sörf yoluna sapmayıp sağa doğru devam ettim ve deniz kıyısına inen taşı bol toprak yola saptım.  Dağ kekiğine bulanmış deniz havasını içime çekip deniz kenarına süzülürken kulağıma çıngırak sesleri dolmaya başladı... Bir süre sonra da arabanın etrafı kocaman bir keçi sürüsüyle çevrelenmişti... Arabayı durdurdum... Omzunda heybesi, elinde sopası, orta yaşlı çobanı selamladım...
-Selamün aleyküm!
-Aleyküm selam yenge! Ne işin var kış günü buralarda? (Beni arazinin sahibinin bir yakını sandığı her halinden bellidir bu arada, bir açıklama yapmak zorunda olduğumdan gerçeği söyleyiverdim)
-Ders çalışmaya geldim, burası sakindir, severim çok.
Çoban öylece suratıma baktı, çaktırmaz ama meraktadır belli ki. Yaş olarak okul yaşını çoktan geçmiş bir kadın duruyordur karşısında, dayanamaz sorar:
-Ne okuyorsun abla?
-Tarım okuyorum. Ne güzel bir sürün var, kaç baş?
-250 baş abla. ( Bu arada yengelikten ablalılığa da terfi ettiğimi fark ediyorum, sırıtıyorum)
-Ne cins bunlar?
-Hökümet siyah dağ keçilerini yasaklıyor artık, hepsini beyaza döndürüyoz, Sanen bunlar. Bunlar ormanlara, fidanlara zarar vermeyen bir cins. Bak kulaklarında sarı numaraları var, kayıtlı hepsi...
-Nerelisin sen?
-Kırıkkale ama 20 yıldır buralarda yaşıyorum, çalışıyorum.
-İyi, iyi ne güzel...
Keçilerin plaja doğru seyirttiklerini görünce kolay gelsin diyerek çobanı sevimli sürüsü ile başbaşa bırakıyorum...
Arabamı park edip, ardıç ağaçlarının altına konuşlanıveriyorum neşe ile... İlk önce botlar ayaktan atılıyor, parmak arası terlikler giyiliyor. Ardından çantadan D-90 çıkıyor, onu özellikle havlunun üzerine koyuyorum ki sayısız düşüşlerinden birini daha yaşamasın garibim. En son da ders kitabı çıkıyor çantadan...
Deniz kenarına doğru yürürken çalıların arasından tam gaz bana doğru koşturan kangalı farkediyorum. Ne de sevimli birşey bu! Çoban uzaklardan seslenip korkmamamı söylüyor. Korkmuyorum zaten. Adının Aslan olduğunu öğrendiğim bu sevimli kangal ile anında dost oluyoruz. Üzerimdeki köpek kokularından benim bir köpeksever olduğumu anlıyor belli ki, elimi yalayıp ayaklarımın dibine yatıveriyor. Artık azman bir korumam da var, rahat rahat dolaşabilirim :)
Çocuklar gibi mutluyum, elimde bir çomak kumlara bugünün tarihini yazıyorum:  2.01.2013. Yazarken farkediyorum ki bu tarihte de matematiksel tekrar var... 201.201.3 :) Derken denizden gelen hafif dalga seslerine daha fazla karşı koyamayıp ayaklarımı suya sokmayı deniyorum. Aaa deniz çok soğuk değil...Güneş de bulutların arasından tamamen çıktı artık... Hımm, belki ilerleyen dakikalarda tamamen de girebilirim... Çoban ve sürüsü çoktan gözden kaybolmuşlar, Aslan kangal da telaşsız bir şekilde  onların ardından gidiyor.
Bu kadar avarelik yeter artık deyip kitabımı açıyorum... Konumuz Türk Dilinin kökenleri, tarihçesi... Yaklaşık yarım saatlik yoğun(!) bir çalışmadan sonra kitabı bir süreliğine kapatıp, doğayı dinliyorum...   Denizdeki pır pır motorun sesine eşlik eden martılarla karadaki ardıç ağaçlarının yapraklarına gömülmüş minik kuşların sesleri birbirine karışıyor... Çobanı düşünüyorum... Yaptığı işten keyif aldığı her halinden belli... Keçilerinden, köpeklerinden, dağlardan bahsederken gözlerindeki pırıltıyı görmemem ne mümkün... Doğanın bir parçası olmuş artık o, ne mutlu!
Denize en geç girme rekorum bundan iki yıl öncesi 22 Aralık gününe aitti. Sanırım bugün ben bir rekor denemesi yapacağım... Ortam müsait, hava müsait, ben dünden razı:)
Bilenler bilir, buranın denizi yazları bile çok soğuktur, insanın için tir tir titretir ama bugün nedense, belki de güneyli rüzgarlardan, çivi gibi değil... İnanılır gibi değil, ocak ayının ilk günleri ve ben denizdeyim... Vücudum ve beynim ilk şoku atlattıktan sonra sadece beş dakika kadar yüzebiliyorum. O kadarı bile bu kışı gripsiz atlatmama yeter de artar bile...
İşte böyle bir gün geçirdim ve sizlerle de paylaşmak istedim...

Yeni yılın herkese sevgi, huzur, bolluk, bereket getirmesini can-ı gönülden diliyorum.
Sevgi ve ışık ile her daim...
İşte sözkonusu keçilerimiz bunlar... 
Otlaktan denize doğru inerler...

Bu ikisini çok sevdim...

Keçiler deniz keyfine başlar...
Bir kaçı da ardıç altında mola verir...

Botlar çıkar...

Parmak arası terlikler giyilir...

Kitap bir yerde, ben başka yerde...


Tarihi gün ıslak kumlara kazınır... 
Eylem ölümsüzleştirilmiştir :)

Akşam üzeri gölgemiz de var...

Denize girilmiş, çıkılmıştır... 

ve bir de sahile vurmuş kalamar bulunur...


THE END